Önüne çıkan ilk kafeden içeri girdi.Yürümekten, yürürken sürekli düşünmekten ve ne yapacağını bilememekten yorgundu Uras. Etrafına bakındı. Bir kaç masa dışında kafe sakindi. Kalabalıktan uzak bir masa seçti, oturdu.
Oldum olası pencere kenarını severdi. Uçakta, vapurda, metroda. Hatta özellikle boş ters koltuk bulduğunda çocuksu bir sevinçle oturup, geride bırakılan manzarayı, trafiği seyretmeye bayılırdı. Sanki kaçırılan bir detay ya da herhangi bir şey olabilirmiş ve sadece o yakalayacakmış gibi öyle dalar giderdi geriye bakarken. Tabi uçakta bu mümkün olmuyordu. Ama orada da hep geçip giden yerlere takılı kalırdı gözleri.
Geçmişe ilgisi vardı. Heyecanlanırdı nedense.
Garsonun sipariş için beklediğini neden sonra farketti. Zoraki bir gülümsemeyle sade kahve söyledi.
Dalgındı. Ve bu halinden hiç hoşnut değildi. Mutsuzdu. Ve bu duruma da yabancıydı.
Oysaki her şey nasıl da güzeldi bir kaç gün öncesine kadar. Kıskanılan bir beraberliği, yüksek özgüveni, gelecek planları vardı, sanki sihirli bir el istediği ne varsa sunmuş gibiydi.
Ta ki İris'e gelen o telefona kadar.
Çalıştığı şirket Polonya’ya ofis açıyor, İris'e ofis yetkilisi olmayı teklif ediyordu. İris bu işi çok istiyordu. Hayallerini süsleyen bir teklif almıştı. Çok istiyordu. Gidecekti.
Uras koşullarından mutlu, İris gelecek heyecanı içindeydi. Ama birinin fedakarlık etmesi gerekiyordu.
İkisi de edemedi...
Bu kadar kolay mıydı? Birlikte ne hayaller kurmuşlardı. Çok mutluydular. Nasıl bunca yaşanmışlık hiç olmamış, bütün bu olanlar normalmiş gibi davranılabilirdi. Bir türlü aklı almıyordu. Kalbini görünmez bir el sıkıyor, bırakmıyordu. İkisi de çok üzgündü.
Ertesi gün İris göz yaşları içinde eşyalarını topladı. Sonraki gün de Uras, O'nu havalimanına bıraktı. İkisi de hiç konuşmadılar. Sadece uzun uzun sarıldılar ayrılmadan önce. Bitmez sandığı tüm güzel şeyleri de alıp gitmişti İris. Bitmişti.
İşinden izin aldı. Kafasını toparlaması gerekti. Ne yapacağını bilemez halde oyalanmaya çalışıyordu bütün gün. Hiç bir şeyden keyif alamıyordu. Bildiği tek şey bu durumun geçici olmasıydı. Herkes öyle diyordu.
"Geçecek, sadece biraz zamana ihtiyacın var."
Gerçekten doğru muydu? Hiç bir fikri yoktu. Görünmez el hala kalbini sıkmaya devam ediyordu. Düşüncelerini kovmak istercesine kafasını sağa sola salladı.
Kahvesini bitirdi. Tadını bile alamıyordu. Yüzünü buruşturdu. İris'le kahve keyiflerini düşününce içi daraldı. Çok özlemişti. Ama aramayacaktı. Aramayacaklardı birbirlerini. Öyle sözleşmişlerdi.
Tam kalkmak üzereyken arka masaya birinin oturduğunu farketti.
"Bu koku" diye düşündü. İris'in parfümü.
Mümkün müydü?
Olabilir miydi?
Nasıl?
Evet-Hayır.
Heyecandan eli ayağı titredi. Bir an arkasına dönüp bakmakla, hızla çıkıp gitmek arasında tereddüt etti.
"Sakinleş" dedi kendine...
Boğazı kurumuştu. Hafifçe öksürdü. Milyonlarca soru aklından geçip giderken, olabildiğince yavaş, hesabı masaya bıraktı, kalktı ve kapıya yöneldi. Dayanılmaz bir istekle, kim olduğunu görmek istiyor, ama direniyordu.
Kapıya yaklaştığında bir an durdu. Çıkıp gitmekle geri dönmek arasında kararsız kaldı.
Bir an. Sadece bir an.
Ama geriye dönüp bakmadı.
Hafif adımlarla kafeden çıktı.
Serin esen rüzgar iyi gelmişti. İlk gördüğü otobüse atladı. Heyecandan elleri buz gibiydi, nefesi hala normale dönmemişti. Oturacak yer aradı. Önce ters yöne konmuş bir koltuğa yöneldi, sonra hemen vazgeçti. Ön koltuk boştu. Oturdu.
İçinde koca bir boşluk duygusuyla buruk, belli belirsiz bir yarı gülümsemeyle ilerleyen trafiği izledi.
YORUMLAR